Taşındık!

500 metre ileriye taşındık. (Burger King yanı)

http://degirmenbekcisi.com/

SEVGİLER!

Underground içinde yayınlandı | Yorum bırakın

Tol

Bugün hayran hayran bahsedeceğim kitap: Tol.

101894_2İlk basımı 2002’de yapılan bu güzel mi güzel kitap, Murat Uyurkulak imzası taşıyor, Metis basımı.

Gezi Parkı olayları yaşanırken okunmasıyla beraber insanda aşırı derece devrim isteği yaratan bu kitap, güzel diliyle, güzel cümleleriyle, ve mükemmel mi mükemmel konusuyla okuru heyecandan heyecana sürüklüyor.

Bir tren kompartımanında bir şair ile çocukluğunu yaşamamış bir orta yaşlı olan ana kahramanımız etrafında dönmekte olan bu kitap, şairin kahramanımıza verdiği öyküler ile geçmişte devrim aşıklarının başından geçenleri ve bu yolculuğun sebebini açıklar cinste. Kitap, bir mahallenin yaptığı devrim ile, şairiyle, Topal Ahmet Komutanı ile tam anlamıyla bir devrim hikayesi olmuş.  İnsanların tekdüzeliğini ve sıradanlığını yok edecek bir kitap olan Tol, olayla paralel ülkemizde yaşayan insanların yavaş yavaş gözlerinin açılmasını da bir yan hikaye olarak bize sunuyor.

Yazar, kitabı okuyucuyu sıkmadan, konunun ilginçliğini kaybettirmeden ve devrimi, asıl devrimi okurun içine işleyerek büyük bir iş başarmış. Kitap, olay örgüsüyle, diliyle ve  başarılı yan hikayeleriyle okuyucuyu havaya sokmak için birebir. Tol, defalarca okunacak derecede iyi ve okura bir şeyleri hatırlatma konusunda çok başarılı.

“Devrim, vaktiyle bir ihtimaldi ve çok güzeldi.”

“Her yaşın kendine göre bir güzelliği yoktu. Emin olduğun, farkında olduğun hiçbir yaşın güzelliği yoktu. Yaş öyle bir şey olacaktı ki, sen bilmeyecektin. Sana yaşını sorduklarında şaşıracaktın, şöyle bir durup hesaplamak zorunda kalacaktın. Yaş günü hediyesi verenlere ajan provokatör gözüyle bakacaktın. ‘Benim yıllarımı paketlemeyin ulaan, bırakın dağınık kalsın!’ diye bağıracaktın.”

Puan:9/10

Mehmet Erhan Üras.

 

Türk Edebiyatı içinde yayınlandı | , , ile etiketlendi | Yorum bırakın

Söyleşi: Şenol Erdoğan

Merhaba. Bu akşam ikinci söyleşimiz ile karşınızdayız. Bu sefer altıkırkbeş yayınları‘nın editörü ve yazar Şenol Erdoğan ile söyleştik. İyi okumalar.

Napıyorsunuz abi siz. Alt kültürünüzü yaratmak mı olay, yoksa onu yaşamak mı?

Doğduğun büyüdüğün “mahalle”dir olay. Altkültür yaratılmaz, oluşur, kentin oluşumuyla paraleldir, şehrin büyümesi ile ilintilidir, köylerde en dip altkültür oluşumlarının varlığı sözkonusudur, meslek localarına, mitlere dek kök salar… öyle yalap şulap bir mesele değildir el hasıl. Ayrıntı yayınları tarafından Türkçeleştirilmiş olan Karanlığın Kültürleri isimli kitabı ders kitabı olarak herkese tavsiye ederim.

Bir film çektiniz, kendiniz de oynadınız, vermek istediğiniz fikirden çok ergenlerin “abi seks var ehehe” gözüyle bakmalarına sebep oldu, sizce film amacından saptı mı yoksa, istediğiniz kitleye, filmi anlayan kitleye, ulaşabildiniz mi?

“Ben” ya da “biz” film çekmedik, filmi yönetmen çekti. Filmin bir amacı vardıysa bence ulaştı, yönetmeni de amacına ulaştı diye düşünüyorum. Sadece bir filmdi. Herhangi bir filmin anlaşılıp anlaşılmaması diye bir şey olduğuna inanmıyorum, filmik evren tamamen bireyin kültür algısı ile işler, ne kadarsan o kadarsındır orada.

“Ölü Şehrin Radyosu” diye bir kitap yazdınız. Militarizmdeki boku püsürü gözler önüne serdiniz. Savaşın kazananı olmaz dediniz. Şimdi de bir çözüm ve barış süreci var. Bu muhabbeti ne kadar samimi buluyorsunuz?

Yaşamdaki tüm politik-ekonomik düzen bir senaryodur. Terör örgütlerinden iktidarlara dek. Ne yazıldıysa o oynanır. Senaristler oyuncular ve prodüktörler.

Aynı zamanda Altıkırkbeş’in Genel Yayın Yönetmenliğini yapmaktasınız, bu durum yazın hayatını ne kadar etkiliyor? Yürüttüğünüz bu işin zorlukları neler?

Benim yazmaya vaktim ve temiz bir aklım kalmıyor ne yazık ki, notlarını oluşturduğum bir novella var, ama asıl derdim “yapmak” benim yazmaktan çok, şimdi sırada iki kitabım var yaptığım, heyecanla onları bekliyorum çıksın diye, “Charles Bukowski ve Meat Ekolü Şairleri”, diğeri ise adını henüz koymadığım bir Hemingway kitabı. Çok önemli boşlukları dolduracak ikisi de…Zorluk kısmına gelecek olursam, ekonomik olarak ferah bir saha değil –ama benimkisi.

Klasik romancılık ve birlikte getirdiği anlayışlardan daha farklı bir tür üzerinden kariyerinizi sürdürüyorsunuz. Gerek romanlarınızda gerekse editörlükte. Beat kuşağına girmeye nasıl karar verdiniz? ‘Bir gün bir şey okudum ve tüm hayatım değişti’ gibi bir yaklaşım mı oldu yoksa daha planlı bir geçiş mi?

Hep dediğim gibi, beat kuşağı sadece ve sadece Amerikan edebiyatının bir koludur, olumlu ve olumsuz çok şişiriliyor, dünyada Türkiye kadar bahsedilen başka bir ülke yoktur. Ben dünyanın edebiyatı ile ilgileniyorum, Amerika dünyada büyük bir alan kaplıyor elbette… (yakından takip edenler çalışmalarımın herhangi bir isimlendirmeyle sınırlı olmadığını bilir.) Tek dilli, cumhuriyet devrimi kazığı yemiş, aşırı genç ve başarısız bir politik deneme bu ülke, kendi edebiyatına haiz değil insanları… Bence kişi doğduğunda ve 7 yaşında ne ise o oluyor, 19, 27, 40 gibi yaş sapmalarım var inandığım, beslendiğiniz süreç ve olgunlaştığınız süreç ve ürün verdiğiniz süreç içine, üzerine yaratıldığınız şeydir, başka bir şansı yoktur kimsenin kendisi olmaktan başka, yoksa Babil’i ye bitir istersen nafile!! El hasıl bu durumlarda zikrettiğim “hep böyleydim,” cümlesi tamamen ontolojiktir!

Peki ya FÜG? Karamsar bir kitap, ruh hali iyi olan bir okuru mahvetme gücüne sahip. Yazarken nasıl bir kitap oluşturmayı denediniz, amacınıza ulaşabildiniz mi?

Füg’ü gece yarısı notlar alırken oluşturdum, sabah olduğunda bitmişti, “kitap” yazmak amacı yoktu işin başında, ertesi gün yazdıklarımı okuyup eklemelerde bulundum ve kenara kaldırdım –çok şeye yaptığım gibi. Tamamına yakını kendi yaşamımdan örülü Füg’ün. Amacım yoktu o sebepten ulaşamamam olasılıksız.

Türkiye’de şu an,  Cumhuriyet tarihinden beri en kalabalık dönemini yaşayan bir orta gelir kuşağı var. Sorgulamadan önüne geleni kabul edip şükür diyen, bu mantıkta ilerleyen bir kuşak. Böyle bir kitleye karşı bir sorumluluğunuz varmış gibi hissediyor musunuz, onları değiştirmek adına?

Hayır! Bu ülkeye entelektüel bir inancım da yok! İdeolojik zaten değilimdir.

Para odaklı işler yapmayan belki de Türkiye’deki tek yayınevisiniz. Siz de burada en tepedeki isimlerdensiniz. 21. yüzyıl tamamıyla para odaklı olduğu için soruyoruz, faturalarınızı ödeyebiliyor musunuz?

Yukarıda bir yerde de söyledim. Biz ne yazık ki para kazanan bir yayınevi değiliz, isterdik, şart da, ama seçtiğimiz eserlerle çok zor. “Para kazanmak” derken yaşamayı kastediyorum. Sosyal medyada en başından beri tersine bir algı var, ama tersten almak bu ülke insanının en iyi yaptığı şey -anal, paso küfür edip paso eleştiriyorlar, okuyoruz hepsini, herkes çok biliyor, herkes aşmış, tuhaf bir hınç ve aşağılık kompleksi var içlerinde -yazık. Neyse “para” diyorduk, evet “çok kazanmak” isterdim, yapmak istediğim çok şey var kazandıklarımı rahatlıkla aynı yolda batırabileceğim. Neyse ben faturalarını zor ödeyen bir insanım –bilenler bilir.

Altıkırkbeş ile bu noktaya gelirken ‘ Müslüman mahallesinde salyangoz satıyorsunuz’ gibi tepkilerle karşılaştınız mı?

Ya herkes bir şey diyor işte. “Kitap” okunmayan bir toprak parçası burası!

Bir şeyler öner de dinleyelim be abi?

Bohren & der Club of Gore

Ve izleyelim?

The Royal Tenenbaums

Ve okuyalım?

Gariplerin Kitabı -Ian Dallas

Sıkmadık dimi ?

Yok be!

556340_382207795202005_125933369_n

Söyleşi içinde yayınlandı | , , , , , , ile etiketlendi | 1 Yorum

Maus

Bugün tanıtacağım kitap, grafik roman olgusuna yeni bir soluk kazandırmış ölümsüz bir eser: Maus

iletisim_maus_hayatta_kalma_oykusu

Kariyerine Underground Comix’de çizerek başlamış, daha sonra The New Yorker’ın en ünlü kapaklarına imza atmış Art Spiegelman, Maus adlı eseriyle Pulitzer Ödülünü kazanmıştır. Ülkemizde geçtiğimiz sene İletişim Yayınları tarafından basılan Maus, Spiegelman’ın Nazi baskısından ve 2. Dünya Savaşı’ndan kurtulan babasının gerçek hayat öyküsünü anlatıyor.

Grafik roman iki zamanı aynı anda okuyucuya sunuyor. Çerçeve öykü, romanın yazıldığı gerçek zamanda geçerken, iç öykü ise Vladek’in (Art’ın babası) 2. Dünya Savaşı anılarından oluşuyor. Bu helezonik yapı grafik roman boyunca üst üste biniyor, ve Vladek’in anlatıları çoğu zaman Art tarafından bölünüyor. Böylece okuyucu, 2. Dünya Savaşı’nı bir sürü farklı perspektiften gözleme olanağı buluyor. Aynı zamanda Vladek’in anıları dışında, Art’ın babasıyla ilişkisini ve annesinin intiharı ile nasıl başa çıktığını da çerçeve öykü sayesinde öğreniyoruz. Böylece okuyucu, en nihayetinde, iki zamanın roman bağlamında karşılaştırmasını yapabilir hale geliyor.

Spiegelman’ın çizimleri ve anlatım yapısının ise olağanüstü olduğunu söyleyebilirim. Özellikle romanın ikonik hale gelmiş Yahudilerin fare ve Nazilerin kedi olarak çizilmesi, yazarın okuyucuya mesajını direk olarak aktarmasını sağlıyor. Karakterlerin çizimleri, olaylara karşı duygu ve düşünceleriyle şekilleniyor, ve aynı zamanda etraflarında olan bitenler ise sanatsal bir sembolleşme sürecine giriyor. Vladek’in Polonya’dan Auschwitz’e uzanan sarsıcı yolculuğu ise yazarın çizimleriyle somutlaşıyor, ve gerçekten Yahudi Soykırımına farklı bir açıdan bakmamızı sağlıyor. Bu sebepten ötürü Maus, okuyucuya eşi benzeri bulunmayan bir tarihi yolculuk imkanı sunuyor.

İnsanlık tarihinin kara lekesi Yahudi Soykırımı’nı tarihsel ve güncel tabanlarda ele alan Spiegelman, bu olayın farklı jenerasyonlar üzerindeki etkisini çarpıcı bir üslupla işliyor. Okunması ne kadar eğlenceli olsa da, anlattıklarıyla okuyucuyu derinden etkileyebilen bir başyapıt Maus.

9/10

Mert Eney

Dünya Edebiyatı içinde yayınlandı | , , , ile etiketlendi | Yorum bırakın

Anormaller

Bugün size tanıtacağım kitap: Anormaller.

GörselKitap, 2012’de, ocak ayında, İthaki Yayınları tarafından yayımlandı, Joey Goebel imzası taşıyor.

İthaki’nin başka kitaplar serisinden çıkan bu kitap, mizahı ve sosyal problemler yaşayan tipleri -ki Joey Goebel genellikle böyle insanları konu alır- kapsayarak size güzel dakikalar bahşediyor.

Yazar, bu kitabında da 5 farklı- 8 yaşında piskopat bir çocuk, satanist ve çok güzel bir kadın, 80 yaşında sex bağımlısı bir teyze, amerikalıları seven, Körfez savaşında savaşmış bir Iraklı ve en büyük hayali rockstar olmak olan düşüncelerini kendine saklayamayan bir zenci-, sosyal problemler yaşayan, karşılaşılması zor olan kişileri konu almış. Kitapta bu beş farklı insanın kurduğu müzik grubunun çalışmalarına ve ilk konserlerine tanıklık ediyoruz. Yazar, mizahla süslediği ve derinlemesine verdiği bu 5 karaktere 6. olmanızı ve kitabı bitirene kadar bırakmamanızı sağlayan güzel manevralarıyla kitabı okunur kılıyor.

Okurken genel olarak bir merak içerisinde oluyorsunuz. Yazar betimlemesi zor, iç dünyalarını anlatmak ise daha zor olan bu 5 karakteri öyle bir anlatmış ki, yazarın zekasına ister istemez şapka çıkartıyorsunuz.

Sıradan bir yerde geçen sıradan bir olaymış gibi gözüken olay, aslında o kadar da sıradan olmuyor. Ama yazar, sizi o kadar da şaşırtmadan, karakterleri başaralı bir şekilde okura sunarak bu “farklı” durumu size çok sıradanmış gibi anlatabiliyor.

Yazara da ayrı bir parantez açmak gerekiyor. vincent spinetti’nin tuhaf kariyeri ile tanıştığım Joey Goebel, pratik zekası ve bulduğu sıradan gözüken ama pek de sıradan olmayan konularıyla kesinlikle okunabilecek kitaplar yazıyor. Anormaller dışında Vincent Spinetti’nin Tuhaf Kariyeri’ni okumanızı da tavsiye ederim.

“Hepimizin ümit edebileceği en büyük ideal, dünyayı, kör bir adamın rüyasında gördüğü gibi görebilmektir.”

Puan: 8/10

Mehmet Erhan Üras.

Dünya Edebiyatı içinde yayınlandı | , , ile etiketlendi | Yorum bırakın

Amber Yıllıkları (The Chronicles of Amber) – 1 – Amber’de Dokuz Prens

Carl Corey, bir hastane odasında uyandığını fark ettiğinde neden burada olduğu hakkında en ufak bir fikre bile sahip değildir. Dahası, kendisinin bile kim olduğunu bilmemektedir. Fakat uyanır uyanmaz aklına gelen ilk şey, bir entrikanın kurbanı olmuş olabileceğidir.  Bu ipucundan yola çıkarak, kendisini hastaneye kapatan düşmanlarını bulup, hafızasını geri kazanma peşine düşecektir.

Image

Tabi bu sadece bir başlangıç. Carl, aslında Amber adlı ülkenin en büyük prenslerinden biridir ve taht kavgaları yüzünden bu hale gelmiştir. Amber neresi midir? Orası tek gerçekliktir. Diğer gerçeklikler ( Bizim dünyamız da dahil ) sadece Amber’ın evrene düşürdüğü gölgelerdir. Amber kanından olanlar da, bu gölgeler arasında gezinme yeteneğine sahiptir.

Bir bilim kurgu yazarının ( Roger Zelanzy ) kaleminden çıkma bu özgün fantastik seri, klişeleşmiş pek çok fantazi öğesinden uzak ve her satırında kafanıza daha çok entrika ve soru sokan bir yapıt. Entrika ve fantezi denildiğinde aklınıza Game Of Thrones geliyor olabilir, fakat GoT’un aksine bu kitapta hikayeyi sadece birinci kişinin ağzından (Corwin) dinlediğimiz için, kitaplar boyunca haberimizin olmadığı entrikalarla karşılaşmamız mümkün. Ayrıca, kahraman bakış açısını çok iyi kullanan Zelanzy’nin, kahramanımızın diğer fantazi karakterlerinin aksine nötr, hatalar yapabilen ve “seçilmemiş” bir kişi halinde bize sunması, bu seride yalın fakat derin bir hikaye yaratmıştır.

Koskoca bir kitap aslında seriye girişten ibarettir. Amber, bütün prensler ve prensesler, komşu gölgeler, ve o anki güç dengeleri anlatılır. Amber kanına işlemiş entrika ruhu, hafızasını kaybetmiş olsa bile Corwin’in içindedir ve “yanlış zamanda doğru yerde olan bir adamın”, bir de özenle seçilmiş sözler kullanarak, nasıl güç dengelerini bozduğunu bu ilk kitapta göreceğiz.

Image

Size bir tavsiye, bu seriye başlayacaksanız kitapları teker teker almayın. Nitekim, iki kişi arasındaki dialog birinde başlarken ötekinde bitiyor olabilir. 2. kitabı almayı beklerken pek çok şeyi unutabilirsiniz. O yüzden ilk beş kitabı alın, bitirin. Sonra istediğiniz arayı verip ikinci beşlemeye geçin.

 

İthaki Yayınları. Ekim, 2002. Birinci Basım.

Puan : 10/10

Efe Gürkan

Bilim Kurgu içinde yayınlandı | , , , , , , , , ile etiketlendi | Yorum bırakın

Simülakrlar ve Simülasyon

ImageÖzgün adı: Simulacres et Simulation

Simülakrlar ve Simülasyon; 20. yüzyılın önemli sosyolog ve filozoflarından Jean Baudrillard‘ın, ismiyle özdeşleşmiş simülasyon ve hipergerçeklik kuramını açıkladığı kitabı. 1982’de yayımlandı, ülkemizde ilk kez 2003’te Doğu Batı Yayınları tarafından Sosyoloji Kitapları dizisi kapsamında basıldı.

Postmodern bir filozof-sosyoloğun en öne çıkan kitabından bekleneceği gibi, Simülakrlar ve Simülasyon’u okumak dikkat ve uğraş isteyen bir süreç. Türkçedeki ilk baskısının vasat çevirisi işi daha da zorlaştırıyor ancak Baudrillard’ın zengin mecazları, antik ve modern zamanlardan örneklemleri ve tezlerinin içeriğini sık sık maddeleyerek kolay anlaşılır bir hale getirmesi okuyucuya bu karmaşık kuramı anlamasında yardımcı oluyor.

Image

Bilen bilir, bu kitap Matrix üçlemesine ilham kaynağı olan kitap. Wachowski kardeşler çekimlerden önce Keanu Reeves’e filmin felsefesini daha iyi anlaması için kitabı okumasını önerdiği gibi, kitap filmde birkaç saniyeliğine de görünmekte.

Baudrillard’ın yalın tanımıyla simülasyon, bir kökenden yoksun bir gerçeğin modeller aracılığıyla türetilmesidir. Ancak, simüle etmek ‘-mış gibi yapmak’ ya da gizlemek demek değildir, çünkü bunlarla gerçeklik arasında her zaman açık seçik bir fark bulunur. Oysa simülasyon gerçek ile sahte ve gerçek ile düşsel arasındaki bu farkı yok etmeye çalışır ve aslolanın yerini alır. Simülakrlar ise bu sürecin maşalarıdır. Gerçeğin simülasyonu, gerçeğin yerini aldığında, asıl gerçek unutulur ve yok olmaya yüz tutar.

Baudrillard, kitabında televizyon, sinema endüstrisi -özellikle bilim kurgu-, eğlence ve alışveriş merkezleri, şehrin dört bir yanını kuşatıp toplu taşımalarda tutunduğumuz plastik parçalarına kadar girmiş reklamlar ve tanıtımlara kadar birçok örnek ile simülasyon kuramını, bir şeyleri gizleyen göstergeler aşamasından gösterilecek bir şey kalmadığını gizleyen göstergeler aşamasına geçişi, yalan dünyamızı anlatıyor. Okuyucuyu günlük hayatta yaptıklarını ve tanık olduklarını durup düşünmeye, işleyen düzeni, inandığı değerleri, gördüklerini ve göremediklerini sorgulamaya itiyor.

9/10

Ayşenur Alkan

Sosyoloji içinde yayınlandı | Yorum bırakın

Açlık

Bugün size tanıtacağım kitap, edebiyat tarihinin en mide bulandırıcı eseri. Norveçli yazar Knut Hamsun‘a ait olan bu kitabın öyküsü biraz da yazarla başlıyor aslında.Görsel

 

‘Bütün dünya Alman taşşağı yesin’ parolasıyla Avrupa’nın anasını ağlatan Hitler ile oldukça sıkı dost olan, Nazilerin Norveç’i işgali sırasında, ‘Saddam heykelini deviren Iraklılar’ gibi onları körü körüne destekleyen bu Hipster- Enver Paşa bıyığı karışımlı abimiz; her ne kadar Norveç’in black metal dışında bir şeyler üretebildiğini kanıtlasa da , yine aynı Norveç halkı tarafından pek sevilmez haliyle.
Görsel                        Görsel
DOĞMA BÜYÜME NORVEÇLİ GRUP        NORVEÇLİ KİTAP

Savaş yıllarında Alman taşaklarına çektiği sakso sayesinde Amerika’ya kaçabilen Hamsun, bir çok orta sınıf mesleği yaparak geçimini sürdürmüş. Amerika ve Norveç yıllarının yazarlığını olgunlaştırdığını rahatlıkla söyleyebiliriz.

Yazar ve eser hakkında son can alıcı bağlantı ise, Hamsun kitabı yazmadan önce Kopenhag’da kasıtlı olarak aç kalıp, açlık duygusunu daha iyi etüt etmiş ve eserini bu süreçte kaleme almıştır.

Lokma bulamayan bir İskandinav aydının gururuyla kaleme dökülmüş bu eser, maddi ve ruhi dibe vurmayı biyolojik bir argümanla destekleyerek ‘hacı noluyor ya’ sorusunun cevabını aramakta. Bilinç akışı yönteminin de çok net ipuçlarını barındıran kitap, aynı zamanda bir ‘aydın’ baş kaldırışıdır. Abimizin durup durup aşık olması da kitaba bazen farklı pencelerer katıyor. Türk filmlerinin eski ve eskimez klişesi ‘Fabrikatör kızı- Kapıcı oğlu’ aşkı desek çok da yanlış olmaz.

1920 yılında Nobel ödülüne layık görülen bu kitaba, hatırlayacaksınız yazının başında mide bulandırıcı falan demiştim. Kitaptaki karakter o denli gururlu ki kitabın bir yerinde kendi parmağını yiyor.

Neyse. Ben yemek sepetinden kendime Burger King söyleyeyim. Size de iyi okumalar.

9/10

Berk Çapar.

Dünya Edebiyatı, Underground içinde yayınlandı | Yorum bırakın

Yaşamın Ucuna Yolculuk

Size bugün tanıtacağım kitap Tezer Özlü‘nün Yaşamın Ucuna Yolculuk‘u. “Yine mi Murat Gülsoy” deyip farklı tatlar arayanlar için enfes bir deneyim olabilecek bir kitap.

27082

“Belli bir sarhoşluk içinde yer yüzüne dayanmak daha kolay.”

Kitabı Tezer özlü 1983’te Almanca olarak “Auf der Spuren eines Selbstmords” (Bir İntiharın İzinde) adıyla yazmış. Kitap 1984 yılında yazarın kendisi tarafından şimdiki adıyla Türkçeye çevrilmiş. Bir anlamda bir başka dilde yeniden yaratılmış. İlk kez 1984’te Ada Yayınları tarafından yayımlanan kitabı şimdilerde YKY simgesiyle kitapçılarda görüyoruz.

Tezer Özlü, kitap boyunca hayranı olduğu üç yazarın (ki onlar Italo Svevo, Franz Kafka, Cesare Pavese) ışığından yararlanarak hayatın anlamını sorgularken bir yandan da Cesare Pavese’nin bir otel odasındaki intiharının peşinde bir yolculuk yapıyor. Kitabın adı da büyük ölçüde bu yolculuktan kaynaklanıyor olsa gerek.

“Bir yüksekliğin, bir başına olduğum bir yüksekliğin en ucundayım. İnemiyorum. Yaşayamıyorum. Ölemiyorum.”

Şehirler arasında geçirdiği günler boyunca gözlemlerini ustalıkla bize aktarıyor yazar. Gittiği her yerde karanlığı ve mutsuzluğu buluyor ve görüyor. Ölümlerin arasında hayatı arayan Tezer Özlü, yolculuğu boyunca aradığını acılar içinde buluyor hep ve hayata dair en trajik metinlerden birini ortaya çıkarıyor sonunda. Edebiyat çevresi tarafından edebiyatımızın kadın Oğuz Atay’ı olarak da anılan (hem yazdıkları hem beklenmedik erken ölümleri nedeniyle) Tezer Özlü bu adlandırmanın yerindeliğini de kanıtlıyor bu metniyle.

Hayatı anlama ve sorgulama çabasıyla başlayan yolculuğunda hayatın ne kadar acı ne kadar karanlık olabileceğini gören ve bunu bize de en sert şekilde gösteren Tezer Özlü’nün bu anlatı/roman karışımı eseri mutlaka okumanız gerektiğini düşündüğüm huzursuz bir kitap. Ölüm ve yaşamın, mutluluk ve hüznün, bu denli birbirinin aynı, bu denli acıklı olmasının huzursuzluğu.

“Her sevginin başlangıcı ve süreci, o sevginin bitişinin getireceği boşluk ve yalnızlık ile dolu. Belirsizlikler arasında belirlemeye çalıştığımız yaşam gibi.  Sevgi isteği, kendi kendine yaşamı kanıtlama dileği kadar büyük. Belki kendilerine yaşamı kanıtlamaya gerek duymayan insanlar, sevgileri de derinliğine duymadan, acıya dönüştürmeden yaşayıp gidiyorlar. Ya da sevgiyi sevgi, beraberliği beraberlik, ayrılığı ayrılık, yaşamı yaşam, ölümü ölüm olarak yaşıyorlar. Oysa yaşam ölümle, ölüm yaşamla tanımlı. Ama sen. Senin için her beraberlik ayrılış, her ayrılış beraberlik, sevgi sevgisizlik, duyum duyumsuzluğun başladığı an. Birisin teniyle yanyana olmak, kendi var oluşumu unutmak mı. Ya da daha derin algılamak mı. Kendi var oluşum. Her var oluş kendisiyle birlikte ölümü getirmiyor mu.”

Puan: 9/10

Oğuzhan M. Şahin

Türk Edebiyatı içinde yayınlandı | , , , ile etiketlendi | Yorum bırakın

İstanbul’da Bir Merhamet Haftası

Bugün size tanıtmak istediğim kitap İstanbul’da Bir Merhamet Haftası.

Murat Gülsoy‘un 2007’de yazdığı bu kitap, Can Yayınları tarafından basılmış.Image

Yine mi Murat Gülsoy demeden önce beni bir dinleyin. Bu, sizin bildiğiniz romanlardan değil. Tek bir ana karakter ve tek bir olay örgüsü üzerinden gitmiyor. Kendinizi bir anda yedi kişinin en mahrem anlarında, anılarında buluyorsunuz. Ortak noktaları ise bir ‘projeci yazar’ tanımaları ve ona “evet” demiş olmaları.

Yedi kişi, yedi gün boyunca ‘projeci yazar’ın onlara gönderdiği resimlere bakıp yazıyor. Her zaman resimle ilgili şeyler yazmıyorlar. Yazarımız onlara “otomatik yazın” dediği için akıllarına gelen şeyleri yetişebildikleri kadarıyla yazıyorlar. Akıllarına geçmişten yüzler, sesler, olaylar geliyor. Resmi unutup iç dünyalarının derinliklerinde kayboluyorlar. Bazıları ise resimle ilgili yazmayı hepten reddediyor.

Karakterleri ayırt etmekte hiç sorun yaşamıyorsunuz. Hepsi birbirinden çok farklı. Stilleriyle, kelime seçimleriyle, anlattıklarıyla sıyrılıveriyorlar. Yazar, sanki karakterleri derinleştirebilme yeteneğiyle gösteriş yapıyor. Sizi karakterlerin gerçekliğine o kadar inandırıyor ki, ‘projeci yazar’ın o olup olmadığını düşünmeye başlıyorsunuz. Kitap bittiğinde hâlâ emin olamıyorsunuz.

Kitabın adı, gerçeküstücü ressam Max Ernst‘ün bir ‘roman’ından, Merhamet Haftası‘ndan, geliyor. Bir dizi kolaj çalışması olan bu romandan seçilen resimleri yorumluyor bizim karakterler. Bu kitapta da yedi gün var, bir de yedi ölümcül element. Bol bol yorum gerektiren, üzerinde düşünmenizi isteyen konular anlayacağınız. Sadece siz de değil, karakterler de düşünüyor. Her ne kadar resimlere bakmadan yazdıklarını iddia edenler olsa da, her şey birbiriyle bağlantılı.

Okuyun ve yorumlamayı, yazmayı, yaşamayı farklı gözlerle görün.

Puan:9/10

Merve Akçay.

Türk Edebiyatı içinde yayınlandı | , , ile etiketlendi | Yorum bırakın